11. Sınıf Felsefe Konuları

20. Yüzyıl Felsefesi

 

20. Yüzyıl Felsefesi

20. yüzyıl felsefesi, 19. yüzyılın sonlarından başlayarak günümüze kadar devam eden düşünce geleneklerini ve felsefi akımları içermektedir.

İnsanlık, 20. yüzyıla ulaşmadan önce yaşamı etkileyen önemli olaylarla karşılaşmıştır. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi, bu olaylar arasında öne çıkar. Bu etkiler özellikle Avrupa’nın yanı sıra dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. 19. yüzyıldaki düşünsel hareketler, toplumsal sınıf çatışmaları ve uluslararası savaşlar, bu etkilerin ilk belirgin örneklerini sunmuştur. Bunların ardından gelen ve sosyoekonomik ile siyasal alanlarda gerçekleşen köklü değişimler, 20. yüzyılın 1. ve 2. Dünya Savaşlarına ev sahipliği yapmasına neden olmuştur. Dönemin siyasi olayları, kültürel ve teknolojik ilerlemeleri, bilimsel alandaki yeni keşifler ve ortaya çıkan düşünsel eğilimler, 20. yüzyıl felsefesinde bilimin sorgulayıcı bir yaklaşımla ele alındığı, akıl ve mantığın sorgulandığı, dilin önemsendiği, bireylik kavramının tartışıldığı, zihinsel problemlerin incelendiği, bilgi sorununun yeni boyutlar kazandığı, cinselliğin araştırıldığı, yabancılaşma ve iktidarın incelendiği alanların temelini oluşturur. Bu dönemin filozoflarının birçoğu, eserlerinde çağın teorik sorunlarını dile getirmiş ve bu sorunlara çözüm arayışına girmiştir.

Genel Özellikleri

  • Yeni açıklamaların getirildiği felsefe dönemidir.
  • Felsefenin uzmanlaşma gösterdiği bir dönemdir.
  • Yeni yöntemlerin kazanıldığı felsefe dönemidir.
  • Yeni ana akımların doğduğu felsefe dönemidir.
  • Sembolik mantığın öne çıktığı bir dönemdir.
  • Dil ve düşünce arasındaki ilişkilerin incelendiği, dil kuramlarının geliştirildiği bir felsefe dönemidir.
  • Bilim felsefesi alanının bilimsel çalışmalar sonucu şekillendiği bir dönemdir.
  • Felsefenin dünya genelinde üniversiteler aracılığıyla yaygınlaştığı bir dönemdir.”

20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Problemleri ve Akımları

Fenomenoloji ve Gerçeklik – Görünüş Sorunu

İnsan, kendi deneyimlerini yaşarken doğa bilimlerinin bilgisine değil, bizzat deneyimlediği olaylara odaklanır. Bu deneyimler, insanın nesnelere yönelen bilinciyle oluşur. Fenomenolojik yöntem, bu bilincin nesnelerin özlerini keşfetmeyi, yani anlamları bulmayı amaçlar. Anlamları bulmak veya inşa etmek, insanın özneleşme sürecini yansıtır. Özne olmak, bilincin kendine yönelmesini gerektirir. Edmund Husserl, “Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir.” düşüncesiyle bilincin içeriğine, yani fenomenlerin özlerine ulaşmayı hedefler. Fenomenoloji, kelime anlamıyla fenomenleri incelemeyi ifade eder. Fenomenler, duyuların algıladığı ve duyusal alana ait olan nesneleri kapsar. Fenomenler, nesnelerin ta kendisi değil, nesnelerin insan zihnindeki şeklidir. Husserl, fenomenoloji aracılığıyla felsefi bir yöntem oluşturur. Bu yöntem, fenomenlerin özlerine ulaşarak bilincin çözümlenmesini sağlar. Fenomenolojik yöntem, fenomenlerin özlerine erişebilmek için önceden edinilmiş bilgilerden, önyargılardan ve rastlantısal özelliklerden uzaklaşmayı ve bu bilgileri arka plana koymayı içerir. Husserl, üç durum için bu bilgileri arka plana koymayı gerekli görür: tarihle, varoluşla ve idealarla ilgili durumlar.

Hermeneutik ve Yorum Sorunu

Hermeneutik, bir ifade, anlam, metin veya sanat eserini yorumlama sanatıdır (Yorum bilimi). Tarih boyunca çeşitli alanlara uygulanmış ve adapte edilmiştir. Teoloji, hukuk, filoloji, tarih ve felsefe gibi alanlarda özellikle kullanılmıştır. Özellikle tek Tanrılı dinlerde kutsal metinlerin yorumlanması amacıyla doğmuş ve zaman içinde tüm metinlerin yorumlanmasında yaygınlaşmıştır. Hermeneutik, Dilthey ve Gadamer gibi filozofların katkılarıyla 20. yüzyılda daha belirgin hale gelmiştir.

Wilhelm Dilthey, hermeneutiğin temel filozoflarından biridir ve özellikle doğa bilimleri ile insana dair bilimler arasındaki ayrımı vurgular. Doğa bilimleri dışsal, insana dair bilimler ise insanın iç dünyasına ait olan bilgilerdir. Tarih gibi insana dair bilimlerin önde gelen örneklerinden biridir. Dilthey, her dönemin kendi içsel yapısına sahip olduğunu ve bu yapının dil aracılığıyla özgün anlamlar oluşturduğunu öne sürer. Bir dönemi veya olayı anlayabilmek için o dönemin içsel yapısının dile yansıttığı anlamlara bakmak gerektiğini ileri sürer.

Hans-Georg Gadamer ise bir insanın diğer insanı ve sonunda kendisini anlaması için hermeneutiğin gerekliliğini savunur. Gadamer’e göre, insan davranışını anlamak için bu davranışın anlamını yorumlamak gerekir. İnsan davranışları, neden-sonuç ilişkisiyle açıklanamayan, doğa olayları gibi yasalarla yönetilmeyen olaylardır. Örneğin, bir trafik kazasında yaralanan kişinin kazaya bilinçli olarak mı sebep olduğu yoksa dikkatsizlik sonucu mu yaralandığı, davranışına yüklediği anlam ile belirlenir ve her iki senaryo da farklı anlamlar taşır.

Varoluşçuluk ve Varoluş – Öz Sorunu

Varoluşçuluk, insan varlığının bilimsel bilgi çerçevesine sıkıştırılamayacağını iddia ederek ortaya çıkmış bir düşünce akımıdır. 20. yüzyıl, sadece ilerleme değil aynı zamanda savaş ve yıkım gibi zorlayıcı deneyimleri de içeren bir dönem olarak görülür. Bu dönemde varoluşçuluk, hem felsefi bir alan yaratmayı hem de pratik hayatta uygulanabilecek tutumları geliştirme çabasıyla şekillenir.

Varoluşçu filozoflar, özgürlük, seçim yapma (özgür irade), varlığın anlamı, varoluşun özü gibi kavramları incelerler. Varoluşçu düşünceye katkı sağlayan Kierkegaard, Hegel felsefesini eleştirerek ve bireyin değerini vurgulayarak varoluşçu felsefenin temellerini atmıştır. Varoluş, hazır bir yapı taşımaz; insan sürekli olarak yeni kararlar alarak ve seçimler yaparak kendini sürekli olarak yeniden kurar. İnsanın özgür iradesi, seçim yapabilme yeteneğinden kaynaklanır ve özgürlük, seçimlerin sonuçlarına karşı sorumluluk alma gerekliliğiyle birlikte gelir. Varoluşçu düşünceyi farklı yönleriyle etkileyen filozoflardan biri de Nietzsche’dir. Aydınlanma düşüncesiyle şekillenen modern insanın değerlerini eleştirir ve bu değerlerin temellerinin çöktüğünü savunur. Nietzsche’ye göre insan, kendini ve toplumu aşmalıdır.

Karl Jaspers, modern dünyanın düşünce yapısının materyalist ve idealist felsefelerle açıklanamayacağını belirtir. Bilimler insan varoluşunu açıklayamazken, felsefenin insanın öznel varoluşunu açıklayabileceğini söyler. Varoluşçuluğun diğer önde gelen temsilcilerinden biri olan Jean-Paul Sartre, “Varoluş özden önce gelir.” ifadesiyle felsefi sistemin merkezine bir sav yerleştirir. Bu ifade, insanın önceden belirlenmiş bir öz ile dünyaya gelmediğini, seçimleri ve eylemleri aracılığıyla kendini yaratmaya başladığını ifade eder. İnsanın hayatının anlamını oluşturma gücü, özgür seçim yapabilme yeteneğinden kaynaklanır. Bu özgürlük, insanın doğuştan getirdiği bir durum değil, bilincinin bir sonucudur.

Diyalektik Materyalizm ve Değişim Sorunu

Materyalizm, varlığın temelinde maddeyi gören anlayışları ifade eder. Diyalektik yaklaşımın temel prensibi, her şeyin sürekli değişim, hareket ve gelişim içinde olduğunu belirtir. Gözle görünen hiçbir değişim olmasa bile, gerçekte madde sürekli olarak değişir. Moleküller, atomlar ve atomaltı parçacıklar sürekli olarak hareket eder ve yer değiştirir.

Tarihsel Materyalizm ya da Diyalektik Materyalizm kavramı, insan topluluklarının tarih boyunca belirli yasalara tabi olarak şekillendiğini ifade eder. Bu yasaların temelinde, toplumun zıt sınıflara bölündüğü ve toplumsal değişimin bu zıt sınıflar arasındaki çatışmalarla gerçekleştiği fikri yer alır. Karl Marx’ın “Tarih, sınıf savaşımından ibarettir.” ifadesi, bu düşünceyi özetler. Marx, toplumun ekonomik yapısının tarihsel değişimi ve dönüşümünü üretim süreçleriyle açıklamaya çalışmıştır. Ona göre insanlar, üretim sürecinde yer alan ve üretim ürünlerine sahip olan sınıflara ayrılırlar. Toplumun ekonomik yapısı, alt yapıyı (temel) oluştururken, hukuk ve siyaset gibi kurumlar ise üst yapıyı oluşturur. Marx’a göre alt yapı, üst yapıyı belirler. Bir toplumun kültür ve hukuk gibi üst yapı ögeleri, ekonomik unsurlarının alt yapısı tarafından şekillendirilir. Alt yapı ve üst yapı değişiklikleri birbirini etkileyerek yeni ekonomik sistemlerin oluşumunu sağlar. Bu yaklaşım Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışı olarak adlandırılır.”

Mantıksal Pozitivizm

Mantıksal pozitivizmin önde gelen temsilcileri Carnap (1891-1970), Wittgenstein (1889-1951) ve Reichenbach (1891-1953)’tır. Bu akım, pozitivizmin 19. yüzyılın sonlarında Comte tarafından kurulan deneyci bilgi anlayışının 20. yüzyıldaki devamıdır. Pozitivizm, deney ve gözlem temeline dayanan olgularla bilginin kaynağını ve geçerliliğini kabul eden bir yaklaşım biçimidir.

Mantıksal pozitivistler, bilimsel bilgilerin esasen gözlemlenebilir olgulara dayanan basit mantıksal önermelerle kurulması gerektiğini savunurlar. Olgu durumlarını ifade etmeyen ifadelerin anlamsız olduğunu ileri sürerek, deney ve gözlem alanı dışında kalan, doğrulanması imkansız olan dilsel-mantıksal önermelerin anlamsız olduğunu belirtirler. Bu nedenle mantıksal pozitivistlerin odaklandığı alan dil ve mantık alanıdır. Bu akım, önermelerin anlam sorununa odaklanmaktadır. Ayrıca amacı, deney ve gözlem alanında doğrulanabilen önermeleri metafizik önermelerden ayırmaktır. Mantıksal pozitivistlere göre, metafiziksel önermeler anlamsızdır.

Mantıksal pozitivizmin benimsediği bilim görüşü, pozitivizmin öne sürdüğü tümevarım yöntemine dayanmaktadır. Bu yaklaşıma klasik bilim görüşü de denir. Bu görüşe göre bütün bilim dalları birbirleriyle ilişkilidir. Bilimsel birikim, deney ve gözlemle ilerler. Bilim insanlarının çalışmaları sonucunda elde edilen bilimsel yasalar, olgusal temellere dayanan mantıksal ve dilsel olarak doğrulanabilir genel önermelerdir.

Yeni Ontoloji ve Varlık Sorunu

Hartman, felsefede en zorlu durumların metafizik konular olduğunu belirtir. Bu sorunları çözmek için araştırılan yöntemin mantık üzerinden yapıldığını ve bu yaklaşımın Aristoteles’ten Yeni Kantçılara kadar farklı zamanlarda denenmiş olduğunu ifade eder. Ancak mantık temelli yaklaşımın, gerçekle örtüşme noktasında problem yarattığını vurgular. Mantıksal açıdan doğru olan her durumun her zaman gerçeği yansıtmayabileceği noktasına dikkat çeker. Hartman, felsefede mantık temelli yöntemlerin çalışmalarını zayıf bulur.

Bu nedenle Hartman, felsefeye sistematik bir yapı kazandırmak adına bilgi alanından yola çıkılması gerektiğini düşünür. Bilgi yapısının doğasının anlaşılması gerektiğini belirten Hartman, ontolojiye (varlık bilimi) kesinlikle ihtiyaç olduğunu savunur. Varlıklar arasındaki kategorik ilişkilerin incelenmesi gerektiğini ifade eder. Varlıkların yapısını ve işleyişini çözümlemeye ve bunu deneysel alan üzerinden açıklamaya çalışır. Hartman’a göre varlık, madde ve ruhtan oluşur. Ruhun öne çıkan özelliği düşünce yeteneğidir ve bilgi oluşumu düşünen bir özne tarafından gerçekleştirilse de düşünülen varlığın rolü göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Hartman, her bilgi alanında (felsefe, sanat, sosyoloji, hukuk vb.) çalışan kişilerin (filozof, sanatçı, sosyolog, hukukçu vb.) kendi alanlarının kesiştiği varlığı anlamaları gerektiğini öne sürer. Bu yaklaşımın bir yöntem olduğunu belirten Hartman, yeni ontolojinin bu ihtiyacı karşılamak amacıyla önemli olduğunu savunur. Hartman’a göre varlıklar temel olarak dört katman içerir: tinsel, ruhsal, organik, inorganik katmanlar. Bu katmanlar, varlıkların nitelik bakımından farklılaşmasından kaynaklanır ve tamamen ayrı oldukları anlamına gelmez.”

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Bize destek olmak için lütfen reklam engelleyicini kapat :(